12 Mart 2009 Perşembe

HASAN EFENDİNİN CENNET HAYATI

Uzun bir yazı okumak usanç verebilir fakat vaktiniz olduğunuzda okumanızı tavsiye ederim.İlk okuduğumda etkilenmiştim.Eskileri karıştırırken karşıma çıktı dedim vardır bir hikmeti yayınlayalım.

HASAN EFENDİNİN CENNET HAYATI

Muhterem Kardeşlerim,
Size afif yani iffetli, şeci yani şecaatli ve hakimanetam söylersek sırat-ı müstakimin vasatında bir hayat yaşayıp, iman ve Kur'ân derslerinden ilerlemiş yaşına rağmen sabah ve akşam devam edip hiç ayrılmayan bir mübarek ağabeyimizin âhir ömründeki derslerde başından geçenleri ve Cennet hayatının mufassal safhalarını anlatacağım. Dikkatle ve merakla dinleyeceğinizi ümid ederim.
Âhirzamanda, fesad-ı ümmet vaziyetinde, Allah’ın inayeti ile, ehl-i dalaletin açtığı toplandığı sefahet yerleri kadar, Hak’ka teveccüh edenlerin de tertip ettiği ve cemaat halinde iman derslerini yaptığı çok yer teşekkül etmişti. Hasan Efendi’nin evinde de hidayete geldiği uzun senelerden beri, haftanın muayyen günlerinde ehl-i iman bir araya gelerek hassaten iman dersleri yapıyorlardı.
Çok şükür ki, her semtte aynı manada öğrenci dershanelerinden başka, evlerde de haftanın bazı günlerinde, fakat devam eden halka açık dersler vardı. İşte o hafta ders sırası Hasan Efendi’nin evine gelmişti. Her zamanki gibi, o gece de ders ve sohbet pek tatlı, feyizli ve verimli geçti. Hatta kalkmak isteyenler, bir türlü gidemediler. Gecenin ilerlemiş saatlerinde hepsi, âdeta gözlerini kırpmadan dersi dikkatle dinliyorlardı. Hasan Efendi, Risâle-i Nûr Külliyatından ve 28. Mektubdan pek meraklı bahisler okuyordu.
İşte o gece, vakit geç olduğu bir zamanda, kapı çalınmadan, herhangi bir tıkırtı duyulmadan, kapıyı açan olmadan, kapı girişinde acayib, erkek suretinde bir siluet belirdiğini farkettiler. Fakat bu gördükleri onlara çok garip geldi ve dehşetli bir ürperti verdi! Hasan Efendi de, cemaat de, gelen zatı görünce şiddetli bir şekilde sarsılmışlar, tüyleri âdeta diken diken olmuşdu. Hatta öyle ki, az kalsın fenalık geçireceklerdi. Gelen zatı hiçbiri evvelce görmemişti, kimse onu tanımıyordu. Kıyafetinde anormal bir başkalık yoktu. Fakat anlayamadıklsrı bir şekilde Hasan Efendi ve misafirler birbirlerine yaklaşıyorlar, sanki birbirlerine destek oluyorlar ve aleni görülen korkularına hâkim ola- mıyorlardı. Hepsi cesur Nur Talebeleri idi, fakat bu durum onlara bambaşka geldi. Gelen şahıs ise, ayakta duruyor, hiç konuşmadan müessir bakışlarıyla cemaati süzüyordu. Hepsi göz ucuyla ona doğru bakınca, kendilerini kuşatan heyecan dalgaları ziyadeleşip duruyordu. Bir ara Hasan Efendi kendine gelir gibi oldu. Gelen nihayet bir misafirdi, onun karşılaması gerekirdi. “Efendim, aramıza hoş geldiniz. Fakat tanıyamadık. Kimsiniz efendim?” Daha sözünü tamamlayamadan gelen zat hiç cevab vermeden, Hasan Efendi’ye ve birbirine kenetlenen, sanki birbirinden kuvvet alan ve odanın bir köşesine yığılan misafirlere doğru korkunç bakışlarla bakarak, yavaş yavaş ilerledi. O anda Hasan Efendi’nin kalbi sanki yerinden oynadı. Tüyleri diken diken olmuş, bütün vücudu ürpermişti. Bu görülmedik, anlaşılmadık, izahı olmayan bir hal idi. Bu ara gelen zatın sesini ilk defa duydular fakat, sesinden de dehşete düştüler. Evvela anlayamadıkları, belli belirsiz sözlerinden sınra net olarak şunları duydular: "Ey Mübarekler! Neden bu kadar korktunuz siz! Aldığınız nur derslerinden sonra böyle mi olmalı idi? Gelen kim olursa olsun sizi korkutamamalı, değil mi?" Bu sözleri söyledikten sonra birden bire kapıya gidip kayboldu. Arkasından koştular, pencerelerden baktılar, fakat çıkıp nereye gittiğini kimse göremedi. Bu olanlara herkes hayretler içinde kalmışdı, kimse bir izah getiremiyordu ve hatta hiç kimse ertesi geceye kadar kendine gelememişdi. Kimdi bu zat? Neden ondan bir zararı dokunmadığı halde bu kadar korkmuşlardı?
Başka bir gün yine ders sırası gelen başka bir evde yine ders için toplanmışlar, aralarında olanı konuşup hakikatı bulmaya çalışıyorlardı. Geçen günkü aynı gelme saati yaklaşınca hepsinde bekleme heyecanı başlamıştı. “Ne yapsak acaba? Dağılalım mı, yine gelir mi? Gelirse nasıl davranalım?” diye konuşurlarken bile dehşet duyuyorlardı. Hasan Efendi’nin ise ağzını bıçak açmıyordu. O, nedense hepsinden daha heyecanlı bir ürperti içinde idi. Herkes de ona bakıyordu. Arada bir canlanıp, okunan dersi dinliyor, çevresine ilgi ve cesaretini göstermek istiyordu. Fakat bu fazla sürmeden, yine dalıyor, durgunlaşıyordu. Fakat bu gece arada bir cemaatten neşeli sesler geliyordu, durum dünden biraz farklı idi. Bu gece dün geceki kadar vaziyet korkunç görünmüyordu, artık dünkü elektiriklenme, dünkü heyecan dalgaları yoktu. Değil dün geceki gibi gözlerinin ucuyla bakıp dehşet duymak, doğrudan bakınca dahi, artık endişe duymayacaklardı. Vakit gelince, o meçhul zat yine birden belirmiş ve odada görünmüşdü. Yine yavaş yavaş kendilerine doğru ilerlemeye başlamışdı. Şimdi vaziyet çok değişikti, kimsede dünkü korku yoktu, kılları dahi kıpırdamamışdı ve rahattılar. O zat, cemaate iyice yaklaştı, kendisine mahsus, korkunç, fakat cemaate bu defa sevimli gelen hafif bir tebessümden sonra "Maşâallah, sizi tebrik ederim, bu gün sizi çok cesur görüyorum, herhalde bana artık alıştınız, daha da alışacaksınız, sizinle daha çok tanışırız, görüşürüz. " dedi, fakat yine birden bire, anlaşılmaz şekilde kayıplara karıştı.
Bu arada şaşılacak bir şey olmuş ve Hasan Efendi’nin içinde iki gündür derse gelen bu zata karşı önüne geçilmez bir hürmet ve muhabbet kıvılcımı doğmuşdu. Yüksek sesle "Ah onu bu defa nasıl kaçırdık! Bir daha gelirse, onu yakalayacağım, artık bırakmayacağm" dedi. Cemaat hissiyatları ise Hasan Efendi’nin haline göre onların da hissiyatları değişiyordu. Hepsinde aynı güzel duygular belirmişti. Şimdi artık Hasan Efendi sevinçle o zatın gelmesini bekliyordu. Sanki çok güzel bir şeye kavuşacakmış gibi heyecanlı bir sevinç içinde idi. Yıllarca hasretini çektiği sevdiklerine kavuşacak olanların sabırsız heyecanı içinde idi. Ne anlaşılmaz bir hissiyat içindeydiler!
Ertesi günkü dersde, daha dünkü vakit olmadan o meçhul zat, çok tatlı ve sevimli bir tebessüm ve güneş gibi parlak bir çehreyle bu defa normal şekilde içeri girdi. Cemaati görür görmez "Anlaşılan beni bu gece bekliyorsunuz. Sabrınızı daha fazla taşırmamak için işte geldim." dedi. Bu defa, kapının arkasında değildi, doğrudan doğruya Hasan Efendi’nin yanında duruyordu. Şu anda herkesten ziyade Hasan Efendi, sevdiğine kavuşmuşların süruru içindeydi. Hasan Efendi o zata baktıkça muhabbetle kanı kaynıyordu. Hayret, şimdi O’nun konuşmaları, sözleri Hasan Efendi’nin çok hoşuna gidiyordu. Onun ağzından çıkan kelimeler, Hasan Efendi’nin hem kalbini, hem ruhunu, kulaklarını, hem de bütün duygularını okşuyordu. Hasan Efendi’ye, onun yanında bulunmak dahi kelimelerle tariften âciz olduğu tatlı bir heyecan veriyordu. İçinden "Ah, tekrar ayrılmasa, o giderse ben kendimi çok yalnız hissedeceğim, bedbaht olacağım" diyordu. Sonra, “Gitmek teşebbüsünde bulunursa, onu bırakmıyayım veya ben de onunla beraber gideyim.” diye karar verdi.
Bu gece ders her zamankinden daha çok, çok feyizli idi. Kimse gitmiyor, dikkatle dersi dinliyorlardı. Vakit geç olmuş, gece yarısını geçmişti. Bu sırada oturarak dersi dikkatle dinleyen o zat, bir teklif ortaya attı. "Halis, kıymetli dostlarım. Sizin bu kıymetli ihlaslı dersinize doyum olmaz. Çok istifade ettik. Fakat takdir buyurursunuz ki, bizim kendimize göre işimiz vardır. Vazifedar bir memurum. Ben şimdi sizden müsaade isteyeceğim, ama yarın hepiniz bu defa bizim fakirhaneye geleceksiniz, eksiksiz hepinizi beklerim." dedi. Cemaat bu beklenmedik teklife hayret ettiler ve mütereddid kalarak biran sustular. Ama Hasan Efendi’nin tereddüdü fazla sürmedi. Hemen “Peki, efendim, geliyoruz” dedi. İsim ve adres rica etti. Söylediği isimden kendisini tanıyan çıkmadı. “Nereye geleceklerdi?” Fakat Hasan Efendi bu zatı o kadar çok sevmiş, ona o kadar çok inanmıştı ki, nereye “Gel” dese Hasan Efendi oraya büyük bir ferahlık ve emniyetle gidecekdi. Mesele bir kimsenin emniyet telkin etmesi değil miydi? Emniyet ise kelimenin tam manasıyla sağlanmış durumdaydı. Fakat o zatın verdiği adres de bir tuhaf idi. Şehirdeki büyük mezarlığın yanında bilmedikleri bir yeri adres veriyordu. Meçhul zatın bu defa ayrılması çok daha başka bir heyecanlı oldu. Hasan Efendi ise o vaziyette idi ki, duyduğu hasretle yarına kadar bile dayanamıyacaktı. Ve o zat birdenbire "İşte ayrılıyorum" derken Hasan Efendi’nin bütün duyguları, latifeleri ve heyecanları fevkalade coşmuş bir halde muhabbetle ona atılmak ve onu kucaklamak istedi. Fakat o zat yine aniden batan bir güneş gibi kaybolmuştu. Hasan Efendi ise üzüntüsünden yığılıp kalmıştı. Hasan Efendiyi yere uzattılar, ayılmasını beklediler.
Ertesi gün Öğle namazından sonra idi. Hasan Efendi, cemaat ve arkadaşları Büyük mezarlığa doğru yola koyuldular. Fakat nedense ailesi ve yakın uzak çevresindeki herkes onu nemli gözlerle uğurluyorlar ve bazıları ağlıyorlardı. Ders arkadaşları ise onun her halini, hele cesaretini çok takdir ediyorlardı, fakat biraz çekiniyorlardı. Hiç biri, onu yalnız bırakmadılar. Fakat bütün arkadaşları ve cemaat, mezarlığa yanaşınca biraz oturdular ve Hasan Efendi’yi yapayalnız bıraktılar ve döndüler. Evet onu bu ziyarette tek başına, yapayalnız bıraktılar. Hasan Efendi’yi de döner diye mi umdular? Ama aldanıyorlardı. Hasan Efendi bu yoldan dönmeyecekdi. Çünkü o zata çok inanmıştı. Böyle büyük bir zat tarafından karşılanmaktan niçin çekinecekti ki?
Evet, Hasan Efendi, adres verilen yere varınca hemen o zat, yalnız gelen Hasan Efendi’yi güülümseyerek karşıladı ve muanaka ile kucakladı. "Hoş geldin, bu ne sadakat, arkadaşların gelmediler değil mi?" dedi. Hasan Efendi neden gelmediklerine şaşırmışdı, cevab veremedi. O zat oradaki bir kapıyı çaldı, içeriden "Men dakka! bab?" diye bir ses geldi. Yani "Kimdir kapıyı çalan?" Muhterem zat kendisini özel bir sinyal ile tanıttı ve “Bu misafirimiz Hasan Efendi’dir” dedi. O zaman kapı kanatları birden açıldı. Aman Yarabbi, Hasan Efendinin gördüğü, göz kamaştırıcı tezyinat, müstesna teşrifat, mükemmel ihtişam ile gözleri kamaştı, gördüğü manzaranın hakikat mı olduğuna inanamadı. Âdeta kendinden geçti bayılır gibi oldu. Çünkü karşısında hepsi de birbirinden güzel gencecik muhteşem güzellikte kızlar ve çok güzel kıyafetler ve manzaralar içinde, harika desenli meyveler, parlak rengârenk çiçekler karşısında idi. Taife-i nisaiyenin hepsi çok olgun ve çok munis idiler ve çok tatlı sesleriyle binbir türlü dil döküyorlardı. “Yaratıldığımızdan beri yolunu beklediğimiz Hasan Efendi’ye demek şimdi kavuşuyoruz. Bizim için bu ne mutluluk, bu ne bahtiyarlık.” diyorlardı. Aman yarabbi, Hasan Efendi, bu bin taraftan gelen ikramlar, izzetler, iltifatlar karşısında mest oldu ve acib bir sevinç sarhoşluğuna garkoldu. Etrafındakiler, kendisini incitmemeye, kırmamaya, üzmemeye çok dikkat ediyorlardı. Ellerinden tutarken, kucaklarken sanki onu okşuyorlardı. Hasan Ağa, bu türlü tebessümler dağıtan çehrelerden gözlerini bir an kurtarıp etrafa bakındı.
Evet Cennet’in tariflerini sohbet derslerinde çok okumuş, güya çok iyi anlamıştı. Evet, Cennet, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalb-i beşere hutur etmişti. Fakat şimdi öyle şeyler görüyordu ki, bu gördüklerini dünyada kardeşlerine nasıl anlatabilirdi.? Balı tatmayana balın lezzetini anlatmak mümkün müydü? Yaşadıklarından hayret üzerine hayret ediyordu. Binlerce hizmetçi oğlanlar önünde sıralanmışlar, ellerinde biri gümüş, biri altın tepsıler tutuyorlar, üzerlerindede çok nefis ve lezzetli içecekler, yemekler, meyvelerle lebalep dolu tabakları sunuyorlardı. Bine yakın oğlandan bütün tepsileri temizlediği halde karnında en ufak bir doyum hissetmiyor, mide şişkinliği de olmuyordu. Bu hatırladığına göre ancak Cennet’te olabilirdi. O muhterem zat ne kadar zengin ve ne kadar sahavetli idi. Ayrıca burnuna gelen kokular ve gözünün gördükleri Hasan Efendi’ye zevklerin en büyüğünü veriyordu.
Hasan Efendi’ni bu arada çok garip bir hal içinde idi. İlk gördüğü parlak şeylere gözleri takılıp kalan çocuklar gibi neye, hangi şeye, hangi çiçeğe baksa gözleri ona takılıp kalıyor, bakmaya doyamıyor, dikkatini yalnız ona veriyor, başka şeylere pek bakamıyordu. Fakat hizmet edenler ve teşrifatçılar çok anlayışlıydılar. İlk zamanlarda böyle acemilik olabileceğini normal karşılıyorlar ve ona çok kibar davranıyorlardı.
Etrafındaki tatlı mahluklar arada bir Hasan Efendi’ye “Biraz da şu taraflara bakabilir misiniz?” diyorlardı. Her baktığı, her gördüğü şey bir evvelkini gölgede bırakacak ihtişamdaydı. Hasan Efendi’nin gözleri ve burnu bu defa da yeni baktıklarına takılıyordu. Şimdi öyle köşkler görüyordu ki içlerini gezmek, hatta satın almak istiyordu. Hele etrafında fırıl fırıl dönen şahane güzellikteki gencecik kızların ki, huri olmaları gerekirdi, harika hallerini tasvir etmek mümkün değildi. Öyle gülüşleri vardı ki, insan güneş yeniden doğdu sanırdı. Çok edebli ve terbiyeli oldukları ve çırılçıplak göründükleri halde üzerlerinde altmış kattan ziyade binbir renk ve parlaklıkta elbiseleri vardı ve ona rağmen bacaklarındaki kemik içindeki ilik görünüyordu. Bu, ne Kadar hayret veribi bir manzaraydı. Sevinç sarhoşluğu içinde olan Hasan Efendi’yı teşrifatçı oğlanlar, yani gılmanlar ve kızlar yani huriler, ikinci bir bahçeden içeri aldılar. O ne! Harikalar harikası birinci bahçenin sözü mü olur bunun yanında. Ah keşke zamanımız, kelimemiz, kalemimiz yetebilse de size bunları bir bir teferruatıyla anlatabilseydik. Evet Cennet bahislerini tekrar tekrar okurken kardeşlerini hep okuduklarından haberdar etmiş, davet etmiş, özendirerek izaha çalışmıştı. Ne çâre ki bazısı iman zayıflığında olduğu halde, hâla Cennet’i dünyada umuyor ve arıyordu. Halbuki benzese de, geçici, yalancı, fani ve fena değil miydi? Ah o kardeşler, onlar şimdi bu manzaraları görebilselerdi, neler kaybettiklerine nasıl esef edecekler, nasıl yanacaklardı?
Hasan Efendi’yi yedi bahçede dolaştırdılar. En sonunda sekizinci bir bahçeye çıkardılar ki, burası diğer bütün bahçelerin fevkinde ve hâkim noktasında bulunuyordu. Buradan bütün bahçeleri temaşa etmek kabil idi. Hem orada çok mükellef bir ziyafet sofrası hazırlanmıştı. Arada sırada bir güneş gibi görünüp kaybolan muhterem zat da sofranın başında oturuyordu, Ama onun ne yediği ve nasıl yediği belli değildi. Yemek esnasında Hasan Efendi, nasıl ki dolaşma sırasındaki gibi ilk gördüğünden gözlerini alamıyordu. Şimdi de hangi yemeğe, hangi meyveye, hangi şuruba dudaklarını değdirse onu bırakmak istemiyordu. Çünkü onun lezzetiyle mest oluyordu. Ama, ne lezzet! Etrafında kendisine nazlı nazlı bakan uzun kirpikli huriler ve muhtelif zevk ve lezzetlerin sahibi şahane güzellikteki şu genç nisalar, kendisine yine dil dökmeye, cilve yapmaya başladılar. “Efendim, biraz da şunların tadına bakar mısınız?” Sonra hepsi bir ağızdan mükemmel bir ahenkle şarkı söylüyorlar ve bu ziyafet sofrasının rengine renk, tadına tad, güzelliğine güzellik katıyorlardı. Ya o giydikleri şeffaf yetmiş kat, yetmiş renkli elbise! Aman Yarabbi, Hasan Efendi bunları “Hadis" olarak çok okumuştu. Yine de gördüklerinin onlar olacağına inanamıyordu. İçinden “Bunlar nasıl hizmetçi? Sanki bizim okuduğumuz Cennet hurileri bunlar.” diyordu. Evet, Saffat Suresinin âyeti de hurilerin parlak güzelliklerinden bahsediyordu. İşte bu kızlar onlara ne kadar çok benziyorlardı.
Şimdi Hasan Efendi burada birtakım garip duyguların içine girmiş bulunuyordu. İçinde, önüne geçemediği bir takım hisler belirmişti. İkide bir birşeyler söyleyecek gibi oluyor, fakat hemen sakinleşiyor, içindekini bastırmaya çalışıyordu. Ama o muhterem zat çok anlayışlı ve çok ârifti. Onu söyletecekdi. Hasan Efendi’ye “Galiba, bir şeyler sormak istiyorsun” diye onun önünü açmaya çalıştı. Hasan Efendi, “Evet, yani, şey” gibilerden bir şeyler söyledi, tekrar soracaklarını açıkca soramadı. O zat, “Hasan Efendi kaç gündür beraberiz. Artık ben aramızda bir teklifsizlik olduğuna inanıyordum. Sen ise hala çekingen, hala mahcubiyet, hala bir türlü açılamama hali içindesin.” Hasan Efendi cesaretlendi ve hemen düşündüğünü söylemek istedi. “Yani şey.” Ev sahibi: “Evet, evet Hasan Efendi ne?” Meğer Hasan Efendi’nin iç dünyasındaki karışıklığın sebebi şuymuş.
“Burada hizmetçi olarak kalmak, bu güzel yerleri temizlemek, ama ille de burada devamlı kalmak mümkün mü” diyecekmiş. Ama bunu bir türlü söyleyemiyormuş. Sebebi de her ne tarafa baksa bir kir, bir toz görememesi. Ben nasıl desem ki “Beni buraya hizmetçi yap demem buralara hakaret olmaz mı? Hani hiç bir tarafta zerre kadar bir toz var mı?” Demezler mi ki, sen buralarda kir, pas, toz, toprak mı gördün? Evet her taraf yaldızlar ve yıldızlar gibi parlıyordu. O muhterem zata tekrar yaklaştı. Yalvarmaklı bir eda ile duran Hasan Efendi’ye, cesaret verici bir sada ile O zat “Hasan Efendi seni memnun etmek, seni ferahlandırmak istiyorum. Ne olursun o içindeki düğümü çözmeme müsaade buyur. Evvela düşündüğünü bir söylesen.” Hasan Efendi artık toparlandı, neye mal olursa olsun fikrini ortaya atacakdı. “Yani demek istiyordum ki, acaba sizin bu renkli güzelliklerin sahibi bahçenizde hizmetçiye ihtiyaç var mıdır? Galiba benim misafirlik müddetim dolmak üzeredir. İçime her an bir ayrılma korkusu geliyor, ben burayı gördükten sonra, kendi memleketimde nasıl yaşayabilirim? Beni buraya öyle alıştırdınız ki, şimdi buradan memleketime gitmek bana iğne deliğinden geçmek kadar ağır gelir. Onun için burada temizlikçi olarak kalmama müsaade istiyorum, efendim?”
O zat: “Bu sorun çok garibime gitti. Ben senin, meseleyi artık anladığını tahmin ediyordum. Çok safsın ki zâten buradasın. Şimdi çok sözüm olacak, ama heyecanlı görünüyorsun, kısaca söyleyeceğim. Hasan Efendi sana büyük bir müjde vereyim, bütün bu yerler senindir, Hasan Efendi!.” Hasan Efendi bu söze bütün ruhuyla inanmak istiyor, gönlünden bu sözün doğru olmasını temenni ediyordu. “Nasıl olur, efendim? Fakat burası neresidir?” “Daha mı anlamadın? Hasan Efendi” “Burası mezar değil mi? Fakat nasıl bir mezar?” O zat: “Sen Muhammed (A.S.M.)’ın "Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur" hadisini dinlememiş miydin? İşte burası Cennet bahçelerinden bir bahçedir.”
Hasan Efendi “Ama efendim, mezara girmek için ölmek lazım değil mi? Ölmeden mezara girilir mi?” O zat, “Hasan Efendi, sen öldün ya!” Hasan Efendi “Hayır ben ölmedim. Öldüğümü bilmiyprum, buraya misafir geldim. Hem sen çağırdın, ben de aziz hatırını kırmadım, geldim. Ben başka bir şey hatırlamıyorum.” “Hasan Efendi, diyorum ki, sen öldün! ” Hasan Efendi ruhunun derinliklerinden gelen bir hasretle “Ah!” çekti. “Keşke öyle olsaydı? Keşke ben ölmüş olsam, burası da mezarım olsaydı.”
Fakat şöyle bir düşündü: kaç gündür burada idi. Akşam olmuyordu. Ezan işitmemişdi, Yalnız devamlı Kur'ân okuyan çok güzel sesler işidiyordu. Hiç namaz kılanı görmemişdi, hem kendi de namaz kılmamışdı. Hiç sıkışmamış, tavalet ihtiyacı hissetmemişdi. Hep sormak isteyip bir türlü soramadıkları şeylerdi bunlar. Nerede olduğuna şüpheleniyordu, çünkü bunlar ancak Cennet’te olurdu. Fakat kendisini Cennet’te olarak ve hesabsız girmeye bir türlü layık göremiyordu. Zaten ölmemişdi ki, Cennet’e girsin! Cesaretle şunu sordu:
“Peki efendim, öyle ise siz kimsiniz? Vazifeniz nedir?” “Hasan Efendi! Anlamadın mı? Ben Melek-ül mevt Azrail'im.” Hasan Efendi: “Azrail mi? Aman efendim, siz nasıl Azrail olursunuz? Azrail'i değil görmek, ismini onu duyunca tüylerimiz diken diken olurdu!”
Azrail (A.S.), “Hasan Efendi, ilk görüşde olmadı mı? İlk görüşmemizi bir hatırla, tüyleriniz diken diken olmadı mı? Şimdi ölüm hadisesinin nasıl oluğunu sana kısaca anlatayım: Cemaatteki arkadaşların ilk görüşmemizde sizin eve derse, sohbete gelmişlerdi. Bense aldığım emir üzerine canını almaya hazırlanıyordum. Çünkü artık ömrünü sabah akşam derse devamla, hizmet-i Kur'âniyede ihlasla geçirmiş ve Cennetin mühim fiyatını vererek kazanacağın imanı, marifetullahı kazanmıştın. İmtihanı iyi vermiştin. Daha fazla dünyada sıkıntı çekmene ve kalmana gerek kalmamıştı. Sen Allah'ın sevgili kulu olmuştun, canını hiç acıtmadan almam emredilmişdi. Dosdopru Cennet’e gidecektin. Fakat benim yaradılışımda, Cenab-ı Allah'ın Celal ismi tecelli etmiştir. Bu sebepden, kim olursa olsun beni ilk gören dehşete düşer. Senin gibi Allah'ın sevgili kullarının canını alacağım zaman onların yanına birkaç defa giderek, yavaş yavaş kendime alıştırırım. Kendileriyle artık teklifsiz oluruz, görüşürüz, hatta sevişiriz. Sonra öyle bir anda canlarını alırım ki, hiç farkında bile olmazlar. Sen öyle oldun. Hatırlıyor musun? Sana da üç defa gelmiştim de, bana ancak alışmıştınız. Hele o ilk geldiğimde öyle nasıl heyecanlanmıştın? Ta iliklerinden sarsıldın da, senin içinde bulunduğun dehşet hali cemaate de sirayet ettiydi. Onlar da heyecanlandılar. İkinci gelişimde daha az heyecanlanmıştınız. Üçüncü gelişimde ise, bana tamamen alışmış, yakınlaşmıştınız. Hatırlarsın, benimle sohbetten ayrılmak dahi istemiyordun. Bir an geldi, bana öyle bir canın ve kanın kaynadı ki beni kucaklayacak gibi oldun. İşte ben o anda senin canını aldım. “Yarın da, siz bizim fakirhaneye buyurun” dediğim zaman, sen artık ölmüştün. Ertesi günü, cemaatin, sadık kardeşlerin, dostların, seni mezarlığa kadar getirdiler, defnettiler ve gittiler. Sadık olmayanlarsa, derslere misafir gibi gelip gidenlerse yoldan ayrıldılar. Diğerleri kaldılar, ama onlar da seni mezara koyduktan sonra ayrıldılar.”
Hasan Efendi artık yavaş yavaş öldüğüne inanır gibi oluyor ve seviniyordu. Fakat bu defa içinde yine garip sorgular meydana geldi. Bazı hususların aslını anlamak istiyordu. Azrail’e (A.S.) şunu sordu: “Peki efendim, nasıl Azrail olabilirsiniz? Ne zamandır benimle berabersiniz, dünyada benden başka ölen yok mu hiç? Benden başkalarının canını almıyor musunuz?” “Hasan Efendi onu mu merak ettin? Fakat bu sizin gibi bir Nur Talebesi için merak edilecek bir şey değildir. Bediüzzamanın Mektubat adlı eserinde, benim bu işleri nasıl yaptığıma dair üç meslek görüşünden bahsediyor. Sizin derslerde, hatta yakında okumuştunuz, orada bahis mevzuu olan birinci mesleğe göre, biz melekler nûrâni varlıklarız. Hani güneş bir tane olduğu halde aynalardaki aksi dolayısıyla bir anda milyonlarca yerde bulunabilmekte ve görünebilmektedir. İşte biz de bir anda çok yerlerde bulunabiliyor, pek çok kimselerin ruhunu kabzediyoruz. Şu anda senin yanında olmamla beraber, daha niceleriyle görüşmekte ve onlara farklı farklı şekillerde görünmekte ve onların ruhunu Allah'ın izniyle almaktayım. Şimdi sen de o çok yerlerde bulunma haline mazharsın. ” Hasan Efendi o zaman o dersleri hatırladı ve bu mazhariyete şükretti.
Şimdi artık Hasan Efendi’nin tek bir merakı ve tek bir meselesi kalmıştı. Onu da öğrenecekdi. "Kaç gündür benimle çok meşgul oldunuz, hep beni memnun, mes'ud etmek istediniz. İşte bunun hatırı için sizden bir isteğim olacak, acaba bu mümkün mü?" Azrail (A.S.) : "Buyur Hasan Efendi, buyur söyle." Hasan Efendi: "Acaba benim bir anda aile ve çocuklarımı görüp de onlara burada olduğumu, sonsuz mutluluğa erdiğimi, benim nurlu yolumu takip edip onların da benim yanıma gelmelerini söyleyebilir miyim?" Fakat Hasan Efendi’nin bu sorusunun cevabı menfi oldu.
Azrail (A.S.) ona “Hasan Efendi sen ne diyorsun. Bu olur mu? Allah'ın imtihan sırrının sınırı içine girmek demektir bu. Onlar seni gördüler, taklid etmeleri lazım. İşte bu görüşmeye asla hakkımız yoktur. Onlar da, çalışsınlar kazansınlar. Allah dilese idi, gökyüzüne kelime-i şehâdeti yazdırırdı ve herkesi onu okumaya ve inanmaya mecbur ederdi. Cenneti ve Cehennemi herkesin apaçık karşısına koyardı da “İstediğinizi seçin” derdi. O, Hakim-i mutlaktır. Hem, Cennet ucuz değil, mühim fiyat ister, cehennem de lüzumsuz değil. O'nun hikmeti böyle tecelli etti. Şimdi seni dünyaya gönderip de, buraları anlatmana müsade etmek demek, imtihan sorularını talebelere verdikten sonra onları imtihan etmektir. Dünya, bir imtihan dünyasıdır. Evet bir imtihan sırrı vardır. Eğer her şey açık, ayan beyan olsaydı, Hz. Ebubekir'le ebucehil'in farkı kalmazdı. Halbuki bazı şeyler hakikatı aramak için zahmet çekmeyen bazılarına kapalı kalacak ki, iyi ve kötü ruhlar birbirinden ayırdedilmiş olsun. Ailenizin ve çocuklarınızın da sizin yolunuzdan gidip de size kavuşmalarını umarım ancak. ” der ve Azrail Aleyhisselam, Hasan Efendi’yı bu sonsuz saadet yurdunda, cinsini, sayısını, kalitesini ifade etmekten rakamların ve ifadenin âciz kaldığı hadsiz türlü nimetlerle baş başa bırakır ve ayrılır.
Hasan Efendi, şimdi bu saadet-i ebediye diyarı olan Cennet’te sevincinden serhoş ve sermest bir haldedir.
Acaba içimizde onun yerinde olmayı istemeyen bir insan çıkabilir mi?
Onun bu, saadetine kavuşmak için ne yapmalıyız acaba?
Hasan Efendi, her ne kadar bu son arzusunu yerine getiremedi ve dünyaya dönüp halini anlatamadı ise de, hâlis bir kardeşinin rüyasına girerek halini mufassalan anlattı. O kardeşinin diğer kardeşlerine bu haberi ulaştıracağından emindi. Çünki o hayrun-nas idi.
İşte siz de bu şekilde haberdar oldunuz.
Allahümme edhilna, el Cennete meal ebrar.

“Hasan Ağa” isimli bir yazıdan iktibasen nurlandıran ve tekmil eden ZEVALLİ

Alıntıdır.

4 yorum:

Kul dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
nurhanali dedi ki...

Amin ecmain olsun.
inşallah kabz-ı ervaha aynı melek gelir.=)
Ruhları kabz eden melekler ayrı ayrı imiş ya!...Kafirlerin ayrı talebelerin ayrı v.s.

Zehra Fındıklı dedi ki...

Tüyleri diken diken eden bir kıssa. İyiki uzun, iyiki okumuşum...Rabbim razı olsun.

nurhanali dedi ki...

Amin inşallah rabbim hepimizden razı olsun.

Hakkımda

Fotoğrafım
taht-el Arz, bir menzil
Hem ben, madem bu asırda maddeten ve manen münferid yaşamağa ve hayat-ı içtimaiyeden çekilmeğe mecbur olmuşum; elbette hakkım yoktur ki, hayat-ı içtimaiyeyi geçirenler içinde tarihe binip istikbaldekilere görüneyim. (Emirdağ Lah.)